top of page

OTOBÄ°YOGRAFÄ°K BÄ°R DANS HÄ°KAYESÄ°

 

Kıvılcım


Kendimi bildim bileli dans ediyorum...Belki bunda Cafemiz Apollonik'te büyümemin büyük bir payı vardır kim bilir. Sabahtan akşama babamın çaldığı mistik ezgileri duyarak büyüdüm. Sabah kalkardım müzik…Aksam yatardım müzik…Ders çalışırdım müzik…Yemek yerdim müzik...Şimdi düşününce fark ediyorum aslında, Apollonik'te çalan müziğin kaderimde nasıl bir rol oynadığını. O zamanlar dünyanın en normal şeyi gibi gelirdi bana, insanın bütün gününe müziğin eşlik etmesi. Babamın o özenle seçtiği dünya müzikleri kulağımdan içeri akarken bedenimi istemsiz harekete geçirirdi.


 
Sonra gitgide büyüdüm...Ben büyüdükçe bedenim kadar hayallerim de büyümeye başladı. Sığmamaya başladım Apollonik'in o dar holüne. Hayalimde büyük salonlarda, sahnelerde dans etmeye başladım. Dans etmeyi ne kadar çok sevdiğimin bilincine varmaya başlamıştım artık. Kalbimde küçük yaşlarda tutuşan kıvılcımın gücünü hissetmeye başladım. İçimde bir yangın başlamıştı, ancak dans ederek söndürebileceğim. Dansa susamış bir yangın...
 
Cafemizin ağaç sütunlarının arasında içimden geldiği gibi sürüklenirdim.Yapraklara özenir, sarmaşıkların kıvraklığına bürünür, kurbağa gibi zıplar, bahçeden bir çiçek koparır saçıma kondurur döner döner dururdum. Kimin bakıp bakmadığı umurumda bile olmazdı. Ben neredeyse bir trans halinde bir oraya bir buraya savrulurken, garsonlarımız ben ve beden uzuvlarım arasında slalom yapmak zorunda kalırlardı. Bazen de benim yüzümden döktükleri bir şarap kadehine istinaden güzel bir fırça kayar, beni hayal dünyamdan uyandırırlardı. Bense önce kızgın ve küskün bir köşeye siner, bir süre müziğin ritminin ayaklarımı kıpırdatmasına karşı koymaya çabalar, sonra nasıl oluyorsa kendimi olmayan o dans pistinde yine buluverirdim. Ta ki yine rüyamdan uyanmak zorunda kalana dek...

 


Flamenko
 
Flamenko hakkında çok şey yazıldı çizildi ama hiç biri aktif olarak bir flamenko deneyimi yaşayan insanın hislerini betimlemeye yetmedi, yetemez kanımca. İster İspanya'nın küçük bir tablaosunda bir metre yakınında dans eden esmer tenli çingenenin ayak vuruşlarının titreşimini tatlilden evine götüren kişi olsun, ister TRT'nin eski gece programlarında bir Flamenko gösterisine denk gelen izleyici olsun, ister büyük usta Paco De Lucia'nin Türkiye konserlerinin birinde gitarin o usta eller tarafından konuşturulmasına tanık olan biri olsun ya da kendini dans salonuna kapatıp saatlerce ter döken flamenko dansçısı olsun, flamenko hakkında söylenecek hiç bir şey o anda flamenkonun insana yaşattığını bütünüyle anlatmaya yetmez.
 
Flamenkonun kendi topraklarımızdan bu kadar uzakta bambaşka bir kültürün eseri olarak görünmesine rağmen bizi o çok tanıdık hissiyle tam da kalbimizden vuran yanının çözümlemesinde çesitli varsayımlardan yola çıkılabilir. Nitekim dünyanın farklı yerlerinden müzikologlar, antropologlar ve tarih bilimciler bununla ilgili bir çok araştırma yapmışlardır. Buna rağmen tam olarak nerede ve ne zaman ortaya çıktığı, kesin olarak geçirdiği kültürel etkileşimler hakkında Flamenko hala gizemini sürdürmekte ısrarcıdır. Bunun yanında Flamenkonun İspanya'nın Endülüs bölgesine ait olduğu; Çingene, Arap, Berberi, ve Yahudi etkilerini taşıdığı ortak platformlarca kabul edilmektedir.
 
Tarihsel gelişimi iki asırlık bir maziye sahip gibi gözükse de Çingeneler ve dünya tarihi hakkında araştırmalarını biraz derinleştiren kişi Flamenkonun kökeninin 700lu yıllara kadar dayandığına dair bir çok ip ucuna rastlayabilir. Çingenelerin 8. yy civarı, Kuzey Hindistan'dan yola çikip İran, Ermenistan ve Bizans İmparatorluğu üzerinden Avrupa'ya dağılmaları ile ilgili detaylı araştırmalar mevcuttur.
 
İşte flamenkonun o en temel gücünü de buradan aldığını düşünüyorum. Flamenko çok uzun bir yolculuğu içinde barındırıyor. Bize belki de bu kadar baharatlı gelmesinin nedeni, geçtiği yollardan, kaldığı yerlerden, kültürlerden, insanlardan, dinlerden, ırklardan bir sürü tınıyı barındırması.
 
Göçebe göçebe kokması... Geçtiği her yerden üzerine bir şeyler sinmis, ya da kendi almış üstüne geçirmis, kendinden yapmış. Flamenko kadınlarının saçlarındaki o çiçeklere bakınca salt bir süs görmüyorum, çok daha ötesini görüyorum. O nazikçe kıvrılan eller, rengarenk giysiler, çiçekler...Hepsinin bir simgesi var, doğayla bir bağlantısı var. Bu simgeler belki de içimizde, baharı çağrıştırıyor, kuğuları, güvercinleri, kadının ve doğanın verimliliğini, çiçek açmasını, üretkenliği, doğurganlığını. Ya da kadın veya erkek dansına, o vahşi boğanın doğasını yansıtırken flamenko insanın içindeki o en temel hayvansal içgüdülerin de aynası olabiliyor..
 
O kırık estetik.. Bir balerini izlerkenki güzellik beklentileri, şişman yaşlıca bir teyzenin bir anda kendini ortaya atıp flamenko dans etmesine duyulan hayranlık karşısında dumura uğrayabiliyor. İnsana doğanın her parçasının ayrı bir guzelliği olduğunu, alcakgönüllülüğü hatırlatabiliyor.
 
Bir dönüşüm hikayesi flamenko..Şu anda yeri ve toprağı Endülüs gibi gözükse de sadece Endülüs'ten beslenmemiş, bir sürü acıyı peşinden sürüklemiş, dansın içinden sürüklemiş, bir sürü mutluluğu şalına işlemiş.
 
Belirli bir yerdeki insanların acılarını yaşadıklarını ya da isyanlarını anlatan blues jazz gibi farklı müzik türlerinden benim için ayrılan en önemli noktası herkesin içindeki o çingeneye dokunabilmesi.
Herkesin içinde bir çekip gitme isteği vardır zaman zaman... Bu çekip gitme fiziksel olmayabilir. Ama içinde bir yerde her şeyi bırakabilme gücünü hissetmek...Şimdiye kadar yaşattığın, büyüttüğün yaptığın şeyin kölesi olmak zorunda olmadığını hissettiren sonsuz güç..Her defasında yeniden başlayabilme gücü..İşte ben flamenkoya bakınca bunu görüyorum...Çingene, rengi ne kadar siyah gözükse de olduğu yerin rengini alır kendi rengine katar. Çingene yoldur. Çingene, yerleşikleşmenin isyanıdır, sistemin, durağanlığın, durmanın isyanıdır.
 
Doğada hiç bir şey durmaz, her şey değişir, dönüşür. Duran su ölür. Doğa ülkelerin sınırlarını çizmez, insan çizer ve sen seçsen de seçmesen de doğdugunda o ülkenin sınırları çizili bir kimlik verirler eline, başka bir ülkeye gitmek istediğinde önce kağıdına bakarlar. Çingene bir ülke insanının vatandaşı anlamına gelmeyen tek ırk genellemesidir. Çingene ülke tanımaz.
 
Peki o zaman 19.yy oncesi Çingenelerinin acısından pek çok iz taşıyan flamenko, çingene olmayan biz 21.yy insanın içinde neyin isyanını hala hissetmemize neden oluyor ? Bu ilginc bir soru bence. İsyan. Neye isyan ederiz ?! Flamenko herkesin içindeki özgürlük hayalinin çok güzel bir şekilde projekte edebileceği bir perde görevi görüyor bence çoğu zaman. Hayalindeki özgürlüğü ortaya çıkarabileceğin bir heykel gibi.
Neyin isyani ? Hangi isyan? Ortak olan bir isyan var mı ? Yapmak isteyip de yapamadıklarımız, olmak isteyip de olamadıklarımız, bütün o seçemediklerimiz mi ? Sanki olmayan, olamayan şeylerin isyani gibi bazen Flamenko. Ama onu keşfetmeye başladığında tokluğunu da hissetmeye başlıyorsun. Flamenkonun içinde sadece o isyanı betimlemekle kalmıyorsun. Yalnızca o isyani, o tutkunun açlığını yaşadığın yer olmuyor Flamenko...Flamenko tam da işte bu açlığı bu tutkuyu doyurduğun yere dönüşüyor. İçine daldıkça keşfettiğin en küçük şey isyanını bastırmaya değil beslemeye başlıyor, doyurmaya baslıyor. Bambaşka bir şeye dönüşüyor. Keyfe dönüşüyor..
Her şeyin doğasının dönüşüm ve değişim olduğu bu hayatta isyanını sana kucaklatıp mutluluğa dönüştürüyor. Usta bir Simyacı gibi.
Ben de ustanın binlerce çıraklarından biri olarak Flamenkonun bu dönüştürücü gücünün ellerine kendini bırakan herkesle bu keyifli yolculuğu paylaşmanın heyecanını ve mutluluğunu yaşıyorum her defasında.
Yine ve yeniden.
 
Olé !
 
Deniz Friese

 

KeÅŸif
 
Kızgınlık, sevinç, üzüntü, kıskançlık bütün duygularımın bende nasıl dans ederek dısşa vurma ihtiyacına dönüştüğünü fark etmem çok zaman almadı. Küçük kasabamız Side'den üniversite için büyük İstanbul'a gelmiştim. Büyülenmiştim. Bir anda etrafımda milyonlarca insanın varoluş hikayesi belirdi. Süleymaniye Camii'nin önünde güvercin yemi satarak geçinmeye çalışan teyzeler, bütün gün binlerce yolcu taşıyan vapurunu Kadıköy İskelesinden Karaköy iskelesine ve oradan yine geri süren kaptanlar, kısa zamanda inanılmaz bir pozisyona gelip büyük şirketlerin CEO'su oluveren iş adamları-iş kadınları, Beyoğlu'nda kendi yemeklerini yapıp sattığı cafesinde dünyaca ünlü müzisyenleri ağırlayan abla, her gece milyonların umudunu " bu akşam büyük çekiliş bu akşam! '' diye haykıran amca ve daha niceleri...Her yer hikaye...Her yer hayat! Hem de hayatın o ana kadar görmediğim en acı en tatlı yanları bir arada, aynı tabakta...Koskoca bir resim, o kadar büyük ki biraz uzaklaşarak bütünü göremediğin, ancak parçası olduğunda gizli kısımlarını görmene izin veren resim. Peki ben bu resmin neresinde olacaktım ?! Resmin hangi parçasında kendimi resme ait hissedecektim ?! Bunu başta ben de bilmiyordum. Tek bildiğim bitirmem gereken bir üniversite olduğu ve dans etmeyi her şeyden çok sevdiğimdi. Günlük yaşamın gerekliliklerini mutlu mutsuz yerine getirirken ve günler birbirini kovalarken zamanla ister istemez o kendimi ait hissedeceğim parçaya doğru sürüklenmeye başladım. Bu büyülü resimden benim kadar etkilenmiş ve onu oluşturan her bileşenden beslenip müthiş eserler ortaya koyan birbirinden yetenekli sanatçı ruhla tanışmaya başladım. Bu süre içinde herkesin bir dili olduğunu gördüm, herkes derdini kendi dilinde anlatıyordu. Sözcüklerin olmadığı diller...Bu bazen annenin çocuğunun başına kondurduğu bir öpücük, ya da bir balıkçının güneş doğuşunda balıklarını ağından ayıklarken söylediği bir türküydü...Ya ama tam da bunu anlatmak isteyen insan yani o türküyü duyduğunda ya da o balıkçı manzarasına daldığında hissettiği şeyi anlatmak isteyen insan nasıl anlatıyordu derdini ? O da; bir ressamsa resmine, bir fotoğrafçıysa fotoğrafına, müzisyense bir şarkıya çeviriyordu o balıkçının dilini.
Benim dilim iste danstı. Evet ben İstanbul Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümü mezunuyum ve öğrendiğim en önemli şey duygularımın dilini dansa çevirebilmem oldu!
 
Artık dilimi seçmiştim. Ama 'dans' dilinin tek başına Hint Avrupa dilleri veya Ural Altay Dilleri gibi dev bir dil ailesi anlamına geldiğini anlamam çok zaman almayacaktı. Yine ruhuma en yakın dans dilini bulma yolculuğumda kontrolsüz bir çekim gücü beni flamenkoyla tanıştıracaktı ya da daha doğrusu çoktan onunla tanışmış olduğumu hatırlatacaktı. Aslında yine babamın parmağı vardı bir nebze bu süreçte. O zamanlar babamın yakın arkadaşı gitarist Cihat Sağol ve Kadir abimle beraber çaldıkları "ispanyol meyhanesi" ve "la llorona" şarkıları, meğer sadece öyle havada dağılıp gitmemiş, o zamanlar VHS kaset şeklinde kartondan kabı artık izlenmek üzere içine sokulup çıkarılmaktan paramparça olmuş dünyaca ünlü buz pateni şampiyonu Katherina Witt'in oynadığı "Carmen" kasetimle birleşince bendeki "flamenko" aşkının tohumları verimli toprağıyla buluşmuştu. O kaseti defalarca üst üste seyrederken, o buzla ateşin zıtlığındaki inanılmaz bütünleşmeden mest olurken, aslında Carmen'in o kırmızı elbise içinde arkası dönükken birazdan onu tutuklayacak olan askere yandan bir bakışı vardı ki, sanırım her şeyden çok beni o sahne etkilemişti...O an...Bir anın, bir bakışın bu kadar güçlü olabilmesi. Bir duygunun o suret bulduğu kişiden bir ok gibi çıkıp, oradaki çekim stüdyosu kamerasını delip, genç bir kızın Side'de karşısında oturduğu televizyonun ekranını da delip tam kalbine saplanması...Gizlice taşınan bu ok 2003'te İspanya yolculuğumda kendini tamamen ele verdi.
 
İnsan aradığını bulur. Yeter ki önce neyi aradığının farkına varsın. Bu her zaman çok kolay olmaz. Neyi aradığının keşif yolculuğu, aradığın şeyi bir kez bildikten sonra ona ulaşmaktan daha uzun sürebilir. Ama tüm güzellik de bundadır.

bottom of page